Elif Çongur karanlıktaki spor medyasının ateş böceği. Işık veriyor. Bakamadığımız bir açıdan bakıyor, göremediklerimizi gözümüzün önüne seriyor. Futbolun sarp kayalarına çiçekler ekiyor. Geçmişte ekilen nadir çiçekleri buluyor, çıkartıyor, suluyor ve yaşatıyor. Onu okurken futbolun sadece futbol olmadığını, yaşamın bir parçası olduğunu hatta yaşamın kendisi olduğunu anlıyor. “Ofsayt” gözümüze bir başka gözüküyor. Hep birlikte “ofsayta düştüğümüzü” fark ediyoruz…

Ateş Bakan

***

Elif Çongur sol kanattan Thomas Müller gibi öyle bir gelir ki, kimse tutamaz. Hayatın içinde biz fanilerin göremediği alanları görür, oralara koşu yapar ve en isabetli sözcüklerle tabelayı değiştirir. Yere yatıp zaman çalmakla, topu ayağında gevelemekte falan işi olmaz. Geçiş oyunlarında ustadır. Direkt kaleye

Bülent, David, Erol – Çubuklu Analiz Ekibi 

***

Elif Hoca’nın yazılarını okuduğumuzda taraflı bir dil çıkıyor karşımıza. İyiden, güzelden, doğrudan taraf, adaleti gözeten, vicdanlı, soluk alıp veren bir dil. Eleştirel yaklaşımlarında kendine daima geçmişin iyiliklerini nirengi alan bir dil. Buna çok ihtiyacımız var. Mevcut karanlığın yozlaştırdığı günlerin inadına, temiz ve samimi bir geçmiş Elif Çongur’un kaleminden geleceği aydınlatıyor çünkü. 

çArşı, Mart 2018

***

Dr. Elif Çongur, bu salgın günlerinde köşe gönderinin bir metre kadar gerisinde durarak   çocuklarını sermayedar Saim Bey’e yedirmemeye çalışır Yaşar Usta’sı gibi. Mahmut Hoca gibi Elif Hoca da öğrencilerini okula hükmeden muktedirlere ezdirmez. 

Uzun isimli yeşil kitapların yazarı senin adamın gol diyor derken transfer görüşmelerinden, piyasa dengelerinden bahis açmaz. Onun satırlarında sanatsal anlatılar, kültürel olgular vardır. Lefter’in, Hakkı Yeten’in, Metin Oktay’ın ayağından endüstriyel sporun kalesine güçlü şutlar çeker ve “Bizim Elif” bu efsane üçlüyü aynı takımda oynatır. 

Yıldırım Bey’den olma, Şan Hanım’dan doğma Elif’in gözleri kapalıdır. Bir elinde kalem, diğer elinde kitap vardır. 

Budur ol hakikat, ki dilde büyür, yazıda yaşar. 

çArşı, Şubat 2021

***

Maradona’nın artık olmadığı bir dünyada bile futbola ilişkin söylenecek söz varsa umut etmek de daima mümkündür. Bu kitabı okuduğunuzda göreceksiniz; vicdan VAR’dan, adalet hakemden, Elif Çongur’un ufuk çizgisi gol çizgisinden büyüktür…

Doruk Koç

***

Elif Çongur sadece futbol anlatmayan, aynı zamanda futbolun toplumsal aidiyetlerini ve karşılıklarını, bazen ima yoluyla bazen açıkça ifade eden bir kalem erbabı.

Eşber Yağmurdereli

***

Yazılarında İslam Çupi, Kahraman Bapçum gibi özlediğimiz spor yazarlarının tadını alabiliyorsunuz…Aşkla sevdiği takımı biliyorsunuz ama yazıları başka bir takımı tuttuğunu düşündürebiliyor size. Hem “mahalle”nin  hem sporun hem de sanatın içinden gelmesi, yazılarına öyle güzel yansıyor ki okudukça daha çok tadına varıyorsunuz. 

Güven Göktaş

***

Macar Zaferi’nin yaşandığı 19 Şubat 1956 günü Adana’da bir çocuk doğar. Babası “Büyüsün de Fener’de futbol oynasın, Lefter gibi goller atsın” temennisiyle oğlunu kucağına alır. Çocuğun yetenekleri ancak iyi bir sporsever, koyu bir Fenerli olmasına yeter. Şimdi altmışlarındaki bu çocuk Elif Çongur’un kaleminden Macar Zaferi’nin öyküsünü okumaktan büyük haz alıyor; rakip takımlara dahi sempatiyle bakabilen yüce gönüllü bu Fenerli kalemi yaratan sihrin sporcu geçmişinde yattığına inanıyor ve akademik formasyonunun yazılarına heyecan, merak, gerilim yüklü dramatik bir boyut kattığını gözlemliyor.

Hayri Kozanoğlu

***

Elif Çongur, “Çünkü hayat Fenerbahçe’ye fena halde benzer” dediği günden bu yana, sadece Fenerbahçe’yi değil futbolu ve hayatı nasıl yaşamamız gerektiğini düşündük. Nihayetinde üçünü de sevmeye karar verdik; yukarıda Allah var, en çok da Fenerbahçe’yi sevdik.

İnönü Alpat

***

Elif Çongur, spordaki rekabeti maneviyatta yaşayan ve yaşatan bir yazar olarak sporu, futbolu ve bu bağlamda Beşiktaş’ı ve Beşiktaşlılığı ve Beşiktaşlıları her zaman onore etmiş; daima iyiden, güzelden, haklıdan taraf olarak dile getirmiştir. Bu derlemede de sanatın, sporun, futbolun ve bu unsurlardaki rekabetin en güzel tarifini ondan okuyacaksınız.

Metin Tekin

***

Duruşu güzeldir, cesur bir emekçi kadın duruşudur. Durmayışı da güzeldir; ters kanatta oynayan Metin Kurt gibidir. “Baskı altında” geri dönmez, öne oynar, sol kanattan bindirir. Geri vitesi yoktur. Yazıları güldürüşlü, nükteli ve samimidir. Duruşunu, durmayışını, yazılarını yani Elif Çongur’u çok severiz. 

Önder Özen

***

Senin Adamın Gol Diyo

Bir arada okuyunca Puzzle’ın parçalarını tamamlamış gibi oldum…

Kasımpaşa’nın çizgiyi geçen buz gibi golü sayılmadı. Sadece bunu görmesi için oraya konan hakem de göremedi.

Gören futbolcu var mıydı?

Dondurulmuş çekimde baktığımızda, Galatasaraylı Semih ve Sabri’nin gördüğünü görüyoruz…

İşlerine gelmemiştir diyebilir miyiz?

—-Hayır.

Özellikle kısa süre önce; “hocam benden çıktı” diyerek aleyhine korner atışına neden olan, övgüler düzdüğümüz Semih’e;

“Senin kahramanlığın, takımın öndeyken miş!” diyebilir miyiz?

—-Hayır

Bu iki futbolcunun baktığı yeden; topun tamamının çizgiyi geçtiğine yüzde yüz emin olmak mümkün değildir!

Hiç bir kahraman da; kendi aleyhine yüzde yüz emin olmadığı bir karar için hakeme; “gol” diyemez!

Takımına ihanet ile kahramanlık arasında çok ince bir çizgi vardır…

Bunu da en iyi mahallenin abileri bilir…

Bunu da en iyi, köşe komşum Eli Çongur, “Senin Adamın Gol Diyo” adlı kitabında anlatır.

***

“Mahalle maçlarının en şahane repliği ‘Senin adamın gol diyo’ dur… Bu replik, tartışmalı gol meselesinin uzadığı zamanlarda, golü yiyen takımın oyuncusu sayesinde söylenir. O kalender oyuncu, ‘Taam, taam gol!’ dediğinde, karşı taraf haklı bir gururla ‘Senin adamın gol diyo’ der. Gol sayılır, karar herkesin içine siner, şanı o cümleyi kuranındır.

Terazinin şaştığı yerde, adaleti tesis eden o adam olmak, bazen attığın golden çok atmadığın golü kıymetli kılar. O kalenderlik seni efsane yapar. Ardından ‘Haksız penaltıydı, Selçuk dışarı vurmuştu,’ cümlesi kuruluyorsa Selçuk Yula olursun…”

Diyor Elif son kitabında…

***

Belki de, ilk kitabında;

Asırlık çınarlarımızın efsane futbolcularını, Şeref Beyi, Lefter’i, Metin Oktay’ı ve çArşı’sını anlatıyor…

Günümüzün sahte efsanelerini de(!) görmemezlikten gelmiyor…

Mahallesinde yapılan maçlardan günümüz futboluna, futbola olan aşkını, tiyatro ile edebiyat ile Yeşilçam ile anlatıyor…

Doyasıya top ile oynamadan, tuttuğu takımın şampiyon olduğunu göremeden, çocuk yaşta yitirdiğimiz gençlerimizi anlatıyor…

“Spora siyaseti sokmayın” diyenlerin, “siyaseti, sporun göbeğine soktuğunu” anlatıyor…

Futbolu izlerken gülebileceğimizi, erkek olsak da ağlayabileceğimizi anlatıyor…

Futbolun sadece futbol olmadığını yaşamın bir parçası olduğunu hatta yaşamın kendisi olduğunu anlatıyor…

Hem de bunu, Hürriyet com.tr’de yazdığı yazılardan derleyerek yapıyor…

***

Hemen hemen hepsini okumuştum…

Bir arada okuyunca Puzzle’ın parçalarını tamamlamış gibi oldum…

Meğer Elif teke tek makale yazmaz imiş…

Çaktırmadan hayatının ve ülkenin hikayesini hazırlarmış…

Öylesine sıcak yazarmış ki Elif;

Hiç tanımadığı Ateş abisi, O’na; “Elif Çongur” diyemez, sadece “Elif” demek zorumda kalırmış…

Tavsiyemdir okuyun…

Seyrettiğimiz oyun daha bir anlam kazanacak!

Ateş Bakan 

Hürriyet, 2 Aralık 2015

***

Abanmayacaksın Teknik Vuracaksın

Çocukken futbola aşırı derecede yeteneksizdim. Futbolcu olacak ölçüde bir yetenekten filan söz etmiyorum. Bayağı mahalle maçında bile kadroya alınmayacak bir yeteneksizlik abidesi şeklinde dolanıyordum ortalıkta. Atanalırspor’un en garanti oyuncusu olarak abanıp dağlara taşlara gönderdiğim topları gider alırdım bazen yasaklı bir bahçeden, bazen balkonuna kaçırdığım evin kapısından. Topun sahibi olduğumda kadroya alınıyordum ama onun haricinde tam bir “fasulyeden” kıvamı. Bu yeteneksizliği unutturmak için çılgınca takım kadroları ezberlediğimi, spor tarihi kitapları okuyarak bilgiyle ukalalık yapmaya çalıştığımı hatırlıyorum. O dönemin kadrolarını (milli takımlar dahil) ezberden bugünkülerden daha eksiksiz saymam en çok bu “eziklik”ten ileri gelir. O günlerde takip etmenin, bilmenin oynamaktan daha zevkli olduğuna inandırmıştım kendimi. Profesyonel futbol oynamadan teknik direktör olmuş hocaları da kendime rol model seçmiştim. Oynayamadığım için futbola küsmememi sağlayan başka şeyler de vardı. Metin-Ali-Feyyaz mesela. Eskişehir gibi şehir kulübü aidiyetinin yüksek olduğu bir şehirde insanı Beşiktaşlı yapacak ölçüde önüne sürekleyip götürecek bir rüzgârdı o. “Hani bir sarı fırtına koptu zamansız” diyor ya şarkıda Sezen Aksu. Oradaki Sarı Fırtına’yı Metin Tekin’den başka hiçbir şeye yoramayacak kadar Beşiktaşlılık. Tüm bunları bir çırpıda aklımdan geçiren Elif Çongur’un “Adamın Gol Diyo” (İmge Yayınevi-Kasım 2015) kitabı oldu. Sanırım herkese benzer bir yolculuk yaptıracak.

Muz orta yapar gibi mevzu bağlamak

Elif Çongur’un bazı yazılarını hurriyet.com.tr’de okumuştum, ama itiraf etmeliyim çoğundan habersizdim. Neler kaçırmışım duygusu bir geldi yokladı. Kitabın ismi yanıltmasın. Kitap futbol yazılarından ibaret bir kitap değil. Buz pateninden atletizme, Kenan Onuk’un sesinden Berkin Elvan’ın topuna, Çeseka Angara’dan Kazım Koyuncu’ya, canım Ahmet Erhan’dan Melih Cevdet’e, olimpiyat ruhundan amatörlük övgüsüne pek çok şey geçip gidiyor kitaptaki yazılardan. Gününde anlamlı olan skor yazıları da değil bunlar. Kimi zaman bir şarkıdan, kimi zaman bir film repliğinden giriyor ve ne olduğunu anlamadan sporla ilgili bir mevzuya bağlanıveriyorlar. “Kazım Koyuncu’nun Maradona ile ne ilgisi var, konu Alain Baidou’ya nasıl bağlandı deyip kalakalıyor insan. Birkaç yazıda “ulan bu sefer bağlayamayacak” galiba öylece bırakacak dedim ama yine bağlandı. Hem de çok hissettirmeden bağlandı. Hani Rıza Çalımbay’ın muz ortası misali süzülerek ceza sahasına indi, Kibar Feyzo ağlara yolladı gibi oldu. Belki de Sakar Ali’nin bir yerine çarpmış da kaleciyi kontrpiyede bırakmıştır kim bilir.

Amatörlüğe övgü

Ülkemizde küçümsenen “amatör”lük olgusunun kitaptaki birkaç yazıda yüceltilmesi ise gözlerden kaçmayan başka bir ayrıntı. Artık bir sporcuyu “amatörce hareketler” yapmakla suçlamadan önce bir kere daha düşünürüm gibi geliyor. Zira kitap “klişe imha timi” gibi bu tarz klişelerin de üzerine gidip bir kere daha düşünmeye fırsat veriyor. Örneğin; futbolcu röportajlarının can sıkıcı klişeliğinden Veli Kavlak biraderimin “Köpek gibi koştuk abi” tarzında bir beyanı sıyrılıveriyor. Kitap işte bu tarz sıradışı spor olaylarının peşinde koşuyor. Yazıya bir cümle ara verip sakatlığı sırasında Veli Kavlak’ı çok özlediğimizi eklemek isterim. Deli İbrahim’den sonra deli deli koşuşlarına en çok meftun olduğumuz kardeşimizdir kendisi.

Futbola siyaset karışır mı?

Elif Çongur’un kitaptaki yazılarda sık sık kurcaladığı mevzulardan biri de “futbola siyaset karıştırmayalım” klişesi. Haklı olarak “Siyaset futbola bu kadar karışırken, futbol niye siyasete karışmasın” diye soruyor ve sorduruyor kitap. Hâl böyle olunca mevzu Çizgi Metin’e yani Metin Kurt’a, oradan İbrahim Üzülmez’in “Futbolda da solculuk zor” beyanına bağlanıyor. Metin Kurt gibi yalnız kalmayalım ceza sahasında diye çArşı ilişiveriyor yanı başına, Gezi derken, Ali İsmail derken, Berkin Elvan derken futbola da spora da siyaset karışıyor. Zaten aksi eşyanın tabiatına aykırı, kitap bu öğretiyi ince ince işliyor bana kalırsa..

Sayfalar hızla çevrilip kitap nihayete ererken bir çaresizlik duygusu da geldi yokladı. Ben bu çaresizlik duygusunu Barış Bıçakçı’nın “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” romanındakine benzettim. Hani romanın adının geldiği cümle vardır ya, “Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e aşık olmamız değil, sesimizin dışardaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu” der ve allak bullak eder insanı. Tıpkı öyle bir duygu. Kitabın hissettirdiği tam da buydu. Sesimiz dışarıdaki çocuk seslerinin arasından nasıl sıyrıldıysa, bazı şeyler de öyle sıyrılıp gitmişti hayatlarımızdan. Bu sıyrılıp gitme halini kitaptaki bir paragraf çok güzel özetledi: “Babam Selçuk Yula’nın Bordeux maçındaki golünden sonra sevincinden radyoya sarılmıştı. Babam da yok, radyo da yok, Ferdi Özbeğen de yok, artık Selçuk da yok. Başkasını bilmem, benim çocukluğum ölmüştür.” Evet, belki bizim kuşağın çocukluğu öldü ama onu hatırlatan şeyler hâlâ var. Her şeye rağmen spor aşkı var. Kalıyor işte, bir mimikte, bir demeçte, bir fuleli koşuda, bir muz ortada. Kalsın da. Abanmayalım yalnız, teknik vuralım. Bu kitap gibi.

Ümit Alan

BirGün Pazar, Ocak 2016

***

Elif Çongur, yazarlığını böyle özetliyor: “Uzun isimli yeşil kitaplar yazıyorum.” İlk kitabı Senin Adamın Gol Diyo ve son kitabı Köşe Gönderinin Bir Metre Kadar Gerisi, yazarın çoğunluğu hurriyet.com.tr’de yazdığı yazıların özenli bir şekilde gözden geçirilmiş derlemeleri. Bu ikisinin ortasına bütün gururuyla kurulan Ulusal Kimliği Tiyatro ile Kurmak, doktora tezinden yine özenli bir düzenlemenin ardından kitaplaştırılmış. Hepsi de uzun isimleri ve yazarının gözleri gibi yeşil kapakları, bir de tarihten çekilip çıkarılmış kapak görselleriyle dikkat çekiyor. Bu tarih kısmı çok önemli, çünkü yalnızca ulusal tarihi değil yazarının bireysel tarihini de yansıtıyor.

Çongur’un yazıları daldan dala gezerken en çok stadyumların büyük projektör direklerine konsa da tiyatro akademisyenliğinin yazım macerasına damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nden mezun olduktan iki yıl sonra, 2002’de aynı bölümde çalışmaya başlayan Elif Çongur, yüksek lisans ve doktorasını da burada tamamladı. Uzun yıllar Türk Tiyatrosu, Türk Sineması, Dramaturgi, Metin Çözümlemesi, Kültür-Sanat Edebiyat ve Araştırma Yöntemleri dersleri verdi. Spor tutkunu bir ailede büyümesi, buz pateni milli sporculuğu ve sonra antrenörlüğü de dahil olmak üzere sporun birçok alanıyla hemhal olması, üzerine bir de akademisyenliği Çongur’un yazılarına çok özgün bir bireşim halinde yansıyor.

Elif Çongur’un akademik faaliyetlerinden bahsederken geçmiş zaman kullanıyoruz, çünkü o bir muhrec akademisyen. Metin And’ların, Sevda Şener’lerin, Turgut Özakman’ların Nurhan Karadağ’ların, Sevinç Sokullu’ların kırmızı taşlarını ince ince yonttuğu Dil-Tarih Tiyatro geleneğinden gelen birçok hoca gibi o da ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız!’ bildirisine imzasını gururla koyduğu için üniversiteden atıldı. Şimdi İmge Kitabevi Yayınları’nın editörü. Malum, DTCF Tiyatro Bölümü, KHK rejiminin atardamarlarını en çok somurduğu akademik mahreçlerden. Lakin sanılmasın ki bu mahreçten ihraç edilen muhreçler, entelijansiyamızın haricinde kaldılar. Tersine, en az eskisi kadar üretmeye devam ediyorlar.

2017 Şubat’ında Ankara Üniversitesi’nden ihraç edilmesinden tam bir ay sonra yayımladığı Ulusal Kimliği Tiyatro ile Kurmak özelde tiyatronun, genelde sanatın ulusal kimliğin inşa sürecinde oynadığı başat role odaklanan kapsamlı bir çalışma. Bakmayın Çongur’un “Sonra bir kitabım daha çıktı ama boş verin onu, sporla ilgili değil o” demesine; her üç kitap da üslubu, dili ve güncel olanla bağıyla tutarlı bir çizgiye yerleşiyor.

Her iyi tarihsel çalışmada olduğu gibi bugünü anlamak üzere dünü konuşan Ulusal Kimliği Tiyatro ile Kurmak, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yazılan ve dönemin kültürel hayatına damgasını vuran bir dizi tiyatro oyunu ve opera eserine bakarak dönemin ruhunu betimliyor. Mustafa Kemal bu sahne eserlerinin bazısına daha yazıldıkları andan itibaren müdahil olmuş, sahnelenme aşamalarında bir dramaturg gibi çalışmış. Denebilir ki, heykel ve tiyatro bu dönemin yıldız sanatları. Her iki disiplin de ‘önder’in bedeninden yola çıkarak bir Türk ulusal kimliği inşa etmeye yönelmiş. Tiyatro bunu yaparken -kitapta canlı ayrıntılarla aktarıldığı üzere- tarihe, mitlere, fakat bunlardan da daha çok ‘icat edilmiş gelenek’lere ve ‘ulusal alegoriler’e yaslanmış.

Dönemi kasıp kavuran bu oyunların bırakalım konusunu, adını bile bugün yalnızca az sayıda uzman ve ilgilinin biliyor olması çarpıcıdır. Kitap bizi 1930’lar Türkiyesine götürerek Türk modernleşmesinin unutulmuş eserlerinin konuları ve replikleri arasında dolaştırırken, bunları üreten aklın siyasal yaşamımızın genetiğine ne denli sirayet ettiğini gösteriyor. Belki dünün ‘muasır medeniyet seviyesi’ tartışmalarıyla bugünün ‘Büyük Türkiye’ söylemleri arasındaki akrabalık ilk etapta göze çarpmayabilir ama örneğin ‘iç düşman – dış düşman’ zihniyetinin kesintisizliğini gözden kaçırmak mümkün değil. Üç çeyrek yüzyıl önce yazılan satırların bize bugün nasıl da tanıdık ve güncel geldiklerini görünce yaşadığımız şaşkınlık ‘devlet aklı’ denen şeyi anlamak açısından çok anlamlı.

Elif Çongur böyle ‘ağır’ meselelerde kalem oynatıyor oynatmasına ama daha ‘eğlenceli’ alanları da hiç boş bırakmıyor: Her iki kanatta da top koşturan, sahneleri irdeleyip sahalarda devleşen bir oyuncuyla karşı karşıyayız sayın seyirciler.

Spor yalnızca spor değildir, biliriz de, başka ne olduğu konusunda o kadar emin değilizdir. Endüstriyel ölçekte pazarlanan rekabet olarak spor her yerde öyle hazır ve nazır ki, olgunun başka yanları kendisine bir düşünüm alanı açamıyor. En tipik örnek elbette dünyanın ve Türkiye’nin en popüler sporu. Bir oyun olan futbolun oyun olma niteliği, hakkındaki tartışmaların ancak küçük bir kısmına konu olabiliyor.

Elif Çongur kaçınılmaz olarak, oyun içinden çok daha fazlasını vaat eden oyun dışını seviyor. Oyun dışının en önemli parçasını aslında taraftar oluşturuyor ve Çongur’un spor yazarlığı taraftarın, yani sıradan insanın, yani halkın spora bakışını, fakat uzman bakışını yansıtıyor. Her şeyden önce profesyonel bir spor izleyicisi ve taraftarı o. Köşe Gönderinin Bir Metre Kadar Gerisi’nde şöyle diyor: “Ömrüm oldukça yazarım. Hiç üşenmem bi daha yazarım: “Kulüpler yöneticilerin, başkanların, şunun bunun kimsenin değil, taraftarlarındır. Taraftar dediğim de müşteri falan değildir; takımların, tribünlerin, renklerin gerçek sahibidir.” Oyunun dışı demişken, bir de oyunun hemen dışında duranlar var ki, onlar çok önemli: “Top toplayıcı çocuklar,” diyor, “galiba, en çok, bi şeyi sevip peşinden koşmayı hatırlatıyor bana. Âşık olup emek vermeyi. Hep yanında, yakınında, hatta dibinde olmak istemeyi.” Hakikat bütündeyse, Çongur bize spor olayını manşetlere çıkanın çok ötesine taşan bütünlüğüyle anlatıyor.

Yazarın dramaturgi hocası kimliği yazıların kurgusuna öyle iyi gizlenmiş, adeta gömülmüş ki, özgeçmişe bakmadan bu bağlantıyı anlamıyorsunuz, ama sürekli bir şüpheyle alnınızı kırıştırmadan da edemiyorsunuz. Nedir hiç ilgilenmediğin konuda bile sayfalarca okunmanın sırrı? Mesela benim, futbolla hayatı boyunca ilgilenmemiş birinin, Galatasaray’ın Neuchatel karşısında aldığı galibiyetin öyküsünü gözüm yaşararak okumamı sağlayan şey nedir?

Düğümler, gerilim, sürprizli sonlar ve ters köşelerle kendini gösteren yazım ustalığı yazarın alâmetifarikası. Bir de ‘bağlama virtüözlüğü.’ Elif Çongur toplumsal hayatımızın en alakasız görünen yanlarını spora öyle yerlerden bağlıyor ki “Ne alaka?” demiyoruz, “Vay be, bu alakayı neden kurmamıştık ki?” diyoruz. Böylece sporun yalnızca spor olmadığı gerçeğini özdeyiş düzeyinden deneyim düzeyine terfi ettirebiliyoruz.

Edebiyatın, müziğin, sahnenin ustaları bazen sahnenin tam ortasına çıkıp tirat atıyorlar Çongur’un yazılarında. Bazen de arkada bir yerlerde, en görünmez sanılan köşelerde, üstelik hiç ışık almadıkları halde damgalarını vuruyorlar anlatıya. Haldun Taner, Ahmet Kaya, Kazım Koyuncu, Turgut Özakman, Ahmed Arif, Leyla Erbil, Erol Evgin ve daha nice kültürel figür ellerini Maradona’ya, Alex’e, Sait Hopsait’e, Lefter’e, Metin Oktay’a, Vedat Okyar’a uzatıyorlar. Ortalarına da Berkin’i, Ali İsmail’i, Soma’nın işçilerini, Sivas’ın semah duranlarını, Ankara katliamında düşen öğretmen Ata Önder Atabay’ı, cansız bedeni panzer ardında sürüklenen Hacı Lokman Birlik’i, ellerini bir tanrıça gibi havaya kaldırmış Havva Ana’yı alıp, sanki hep birlikte takılırlarmış da biz denk gelmemişiz gibi, geçip poz veriyorlar kameraya.

“Sabahattin Ali’nin, Nâzım Hikmet’in, Nubar Terziyan’ın, Ruhi Su’nun, Yılmaz Güney’in memleketlisi” olmanın, “Kemal Sunal’ı görüp, Ahmet Kaya’yı dinleyip, Zeki Müren’i sevmiş olmanın, İhsan Yüce gülüşünü görmenin” sahici gururu boğazımıza takılıyor.

Sinemayı, Yeşilçam’ı, onun musiki ile dansını Çongur’un her iki spor kitabının yazı başlıklarından okumak mümkün: Benzemez Kimse Sana, Sus Be Çocuk, Göründüğü Gibi Değil Açıklayabilirim!, Gezi’yi Unutmak mı? Delisin!, Sevim Koş Alex Gelmiş, Yalan da Olsa, Ağlayın Açılırsınız, Yan Rollerin Unutulmaz Oyuncusu… Ama daha derinden bir ilişki görüyoruz bakınca. Yeşilçam’ın o en çok Münir Özkul’la sembolleşen yanına anıştırmalarla; dayanışma ahlakı ve spor ahlakı arasında giderek zayıflayan bağa yeni iğler eklemek istiyor Çongur. Rakip takımın futbolcusunu “Bu çocuk büyük futbolcu olacak, aman dikkat edin, tekme gelmesin,” talimatıyla koruyan Baba Hakkı’dan, deprem kurtarma çalışması yaparken hayatını kaybeden Japon doktoru “Çekik gözlü kardeşim” diye selamlayan Beşiktaş taraftarına; “Ayaklarda iki çelik, kalplerde bir heves”le bir sporu ülkede var etmeye çalışan buz patencilerinden, kendisini selamlamak için sahaya inmiş taraftarda Hırvat bayrağı değil Yugoslav bayrağı görmek isteyen Divac’a; stadyumda yer yerinden oynarken yanındaki top toplayıcı çocuğa sarılan Pereira’dan görsel bir sporu kulaklara resmeden radyo spikeri Hüseyin Başaran’a sporun Mahmut Hoca’ları, Yaşar Usta’ları deyim yerindeyse yağ gibi kayıp gidiyor dimağımızdan.

Bu sonuncusu -radyoda maç anlatma sanatı- meşhur bir kalıp sözüyle üçüncü kitabına adını veriyor. “Gözümüzle görmediğimiz bir şeyin, bize ısrarla gösterilmeye çabalanması” diye tarif ediyor radyo spikerliğini Çongur. “Kendi gözünle görmediğine başkasının gözüyle inanmak, kulağınla sınamak. Nasıl imkânsız görünüyor. Ne teferruatlı iş.” Fakat televizyonda maç anlatmak da bundan daha az büyülü değil: “Seyircinin de aynı anda, aynı biçimde gördüğü şeyi sanki görmüyormuş gibi anlatmak. Gözü gözle sınamak. Ne zor iş. Nasıl gereksizmiş gibi görünen ama yokluğunu düşünemeyeceğimiz bi şey.”

Elif Çongur’un her yazısı kendine has mimarisi ve göndermeleriyle bizi de yazı sanatının dallarına kondurup uçuruyor. Ama yalnızca yazının değil dünyanın da dallarına. Bir yandan “dönüp dönüp geçmiş bahar mimozaları kokluyoruz” bir yandan bugün, bu çağda, burada yaşıyor olmanın ağrısından pay alıyoruz. “Yarın çok pişman olacağız ama çok geç olacak aklımızı başımıza alalım” cümlesi, yalnızca çatışmalı geçen bir maç akşamına dair olamaz, değil mi?”

Barış Yıldırım