Medyaport, 4 Aralık 2021
Hiçbir şekilde yarım adım geri atmadık, ellerinden geleni artlarına koymasınlar
Dr. Elif Çongur, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi (DTCF) Tiyatro bölümünden 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. 5 yıl boyunca tüm hukuk yollarını denedi, başvurularından kendi de umutlu değil çünkü verilen tüm kararların hukuki değil siyasi kararlar olduğunu söylüyor. “Hukuki bir geçerliliği olmayan bir komisyon suç işliyor, suç işlemeye devam ediyor” diyen Çongur, her şeye rağmen mücadeleyi sürdürmekte kararlı. Elif Çongur, “Hiçbir şekilde yarım adım geri atmadık diyoruz, ellerinden geleni artlarına koymasınlar diyoruz” diyor ve ekliyor:
“Ama çok özlüyoruz. Bu da onların anlayabileceği bir şey değil. Öğrenciyi sevmek, öğrenciyi özlemek, fakülteyi özlemek nasıl bir şeydir, anlayabilecekleri bir şey değil. Ben manevi olarak çok yıprandım, çok sıkıntı çektim, çekiyorum, çok özlüyorum. Geri döneceğiz.”
Editörlük yaptığı İmge Kitabevi Yayınları’nda ziyaret ettiğimiz Çongur, ihraç sürecini ve DTCF Tiyatro bölümünü Medyaport’a anlattı…
-İhraç sürecinde neler yaşandı? İhraçlardan bölüm nasıl etkilendi?
7 Şubat 2017’deki KHK ile ihraç edildim. Bir önceki sene Barış Bildirisi’ne imza attık. Bir sene içinde üniversite bir soruşturma açtı, üniversitenin idari soruşturmasına tabi tutulduk. Hala da onunla ilgili bir sonuç almadık. Sonra bir gece ismimizi Resmi Gazete’de gördük, ihraç edilen bütün meslektaşlarımla birlikte. Herhalde en yoğun ihraçların olduğu KHK, 7 Şubat’taki KHK oldu. Yani bir gece isminizi Resmi Gazete’de görüyorsunuz ve bir anda işsiz kalıyorsunuz, akademi gibi bir yerden ayrılıyorsunuz. Muhakkak her iş kaybı sıkıntılı ama akademi çok erken emek vermeye başladığınız bir yer. Lisanstan başlıyorsunuz, yüksek lisans yapıyorsunuz, sonrasında akademiye girdiyseniz asistanlık yılları başlıyor, arkasından yüksek lisans tezi bitiyor, doktora çalışması yapıyorsunuz, öğrenciyi tanımaya çalışıyorsunuz, hoca olmayı öğrenmeye çalışıyorsunuz derken çok uzun yıllar emek verilen bir alan.
‘AİLE GİBİ YAŞAYAN İNSANLARDIK BİZ’
DTCF Tiyatro bölümü çok özel bir bölüm, aile gibi yaşayan insanlardık biz. Oradan koparılmak, manevi olarak çok büyük bir tahribat yarattı. Diğer yandan akademik olarak da 13 öğretim üyesi olan bir yerden 7 kişinin birden ihracı bölümde çok ciddi bir tahribat yarattı. Eğitim yapılamaz hale geldi ama kalan arkadaşlarımız canla başla ellerini taşın altına koydular, eski mezunlarımız gelip derslerimizi devraldılar. İnsanüstü bir çaba gösterdiler.
‘GERİDE KALANLAR İNSANÜSTÜ ÇABA HARCADI’
-İhraçların ardından “Tiyatro bölümü fiili olarak bitti” yorumları yapıldı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, çok zora girdi ama şunun da altını çize çize söylemek istiyorum; geride kalan arkadaşlarımız bölümü ayakta tutmak için çok ciddi çaba sarf ettiler. Lisans programını daralttılar, yüksek lisans programını daralttılar, doktora programı kapatıldı. Öğrenciler hocasız kaldılar, birçok ders, birkaç hocanın üzerine yığıldı. Gerçekten insanüstü bir çabayla bölümü ayakta tutuyorlar ve hala da yapıyorlar bunu, 5. seneye geliyoruz. Evet, bölüm çok büyük bir darbe aldı ama arkadaşlarımız da bu darbeye karşı dimdik ayakta durdular ve hep bizim yanımızda oldular. Şöyle şeyler anlatılıyor ya, “İhraçlardan sonra kalanlarla ilgili sıkıntılar yaşandı, kalanlar gidenleri sahiplenmedi” diye. Bizim bölüm bunun çok dışında kalan bir bölüm. Biz DTCF Tiyatro bölümü olarak tertemiz yaşamışız, işlerimizi tertemiz götürmüşüz.
‘DAĞ GİBİ ARKAMIZDA DURDULAR’
En zor, en korkulan zamanlarda bölüm açıklama yaptı, “Hocalarımızı yanımızda istiyoruz” diye. Onlar dağ gibi arkamızda durdular. Onların bizi beklediklerini biliyoruz, koşa koşa onların yanına dönmeyi bekliyoruz. O yüzden hep söylüyorum, ben akademiden atılmadım, DTCF Tiyatro bölümünden atıldım diye. Çok özel bir bölüm. Çok ciddi bir geleneğin üzerine oturan bir bölüm. Hocalarımızdan devraldığımız bir bölüm. Aile ilişkileri gibi süren ama bir yandan da katı akademik kuralların uygulandığı, kimsenin kimseyi kayırmadığı, kimseyi ayırmadığı, dışlamadığı bir bölüm. Bizden sonra da bu böyle devam etti. Kalan arkadaşlarımız da bu çizgimizi devam ettirdiler.
‘BU HUKUKSUZLUK İÇİNDE YAŞAMAYA DEVAM EDİYORUZ’
-AYM kararına rağmen OHAL Komisyonu’nun başvurularınıza ret kararı vermesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
AYM, bunun suç olmadığına, ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna karar verdi ama OHAL Komisyonu bunu bir türlü dikkate almıyor. Şubat’ta bizimki 5 sene olacak. 5 seneyi dolduran arkadaşlarımız var, Eylül 2016’da ihraçlar oldu, Ocak ve Şubat 2017’de oldu. Bu hukuksuzluk içinde yaşamaya devam ediyoruz. OHAL Komisyonu’nun kararını bekliyorduk; çünkü zaten hukukla verilmiş kararlar olmayacağı çok açıktı, zaten siyasi kararlar veriyorlar. Bekliyorduk retlerin geleceğini, şaşırmadık.
-Ret kararı geldi mi size?
Evet, beklenen kopyala yapıştır ret kararı 3 Aralık’ta bana da geldi.
‘HUKUKİ BİR GEÇERLİLİĞİ OLMAYAN BİR KOMİSYON SUÇ İŞLİYOR’
-Bundan sonraki süreçte ne yapacaksınız, nereye başvuracaksınız?
İdare mahkemelerine başvuracağız. Hukuk yolu bize ne gösteriyorsa oraya başvuracağız, nereye kadar gidebiliyorsak gideceğiz. Ama bunlar hukukla verilmiş kararlar değil, siyasi kararlar. Zaten hukuki bir geçerliliği olmayan bir komisyon ve suç işliyorlar, suç işlemeye devam ediyorlar.
-İhracın ardından hayatınızda neler değişti, şu an neler yapıyorsunuz?
Hayatım toptan değişti; çünkü akademi öyle bir yer ki, dışarıda çok fazla iş yapan insanlar değildik biz. Bir de özellikle özel yetenek sınavıyla öğrenci aldığımız için dışarıda kurs, atölye gibi hiçbir iş yapmazdık; çünkü özel yetenek sınavında öğrenciler karşınıza aday olarak gelirler ve o zaman bir haksızlık yapmış olursunuz. Dolayısıyla Tiyatro bölümü hocaları olarak dışarıda oyun yönetmek, dramaturgi yapmak dışında atölye, ders vermek vs. hiç bildiğimiz şeyler değildi. İlk öğrendiğimiz şey başka birilerine ders vermek, atölyeler yapmak oldu. İlk sene önce bir dayanışma ağıyla uzun uzun dersler verdik; İstanbul’a, Bursa’ya, İzmir’e gittik, davetler aldık. Sonra dışarıda ders vermeyi öğrendik. Ben mesela Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nda ders verdim. Şimdi Senaryo Stüdyosu’nda ders veriyorum.
‘HAYATIM TAMAMEN DEĞİŞTİ’
Hayatım tamamen değişti tabi akademiden koparılınca. Hemen, ertesi gün diyebileceğim kadar kısa bir sürede İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlüğe başladım. Tabi çok kurtarıcı bir şey oldu, maddi manevi. Hem işimizden atıldığınızın ertesi günü gidecek bir yer bulabiliyorsunuz hem de maddi sıkıntıları aşmam açısından kurtarıcı oldu, ben maddi sıkıntıları çok az yaşadım açıkçası. Benim sıkıntılarım daha çok öğrenciyi, fakülteyi, okulu özlemek, meslektaşlarımı, arkadaşlarımı, dostlarımı özlemek gibi manevi sıkıntılar oldu. Ama manevi olarak çok büyük bir yıkım yaşadım tabi ki. Çok özlüyorum. Hiçbir şekilde yarım adım geri atmadık diyoruz, ellerinden geleni artlarına koymasınlar diyoruz ama çok özlüyoruz yani. Bu da onların anlayabileceği bir şey değil zaten, öğrenciyi sevmek, öğrenciyi özlemek, fakülteyi özlemek nasıl bir şeydir, anlayabilecekleri bir şey değil. Ben manevi olarak çok yıprandım, çok sıkıntı çektim, çekiyorum, çok özlüyorum. Geri döneceğiz.
-Akademinin bugünkü durumuna ilişkin ne söylersiniz?
Akademinin durumu şu an ortada, yokuş aşağı gidiyor Türkiye gibi…
Soner Sert ile Röportaj
Duvar, Nisan, 2017
Tiyatro bir ulus yaratır mı?
Kuruluş yıllarındaki ulus kimlik inşasının temel argümanı Osmanlı mirasının reddi ve Orta Asya’da köken arama girişimi üzerine kurulu. Devlet, kuruluş yıllarındaki kültür sanat politikasını da bu yaklaşım üzerine kuruyor. Bir ulus yaratırken sanatı araç olarak kullanmak üzerine…
Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nden geçtiğimiz aylarda KHK ile ihraç edilen Elif Çongur’un “Ulusal Kimliği Tiyatro ile Kurmak” isimli yeni kitabı çıktı. Çongur ile kitabını, ihraçları ve şu sıralar ihraç edilen akademisyenler ile ortaklaşarak yaptıkları atölye çalışmalarını konuştuk.
Klasik olarak başlayalım. Elif Çongur kimdir?
1976’da Ankara’da doğdum. Çocukluğum ve ilk gençliğim sporla geçti. Hem izleyici hem sporcu olarak… Buz pateninde 1985-1995 yılları arasında Türkiye şampiyonluklarım ve çeşitli derecelerim oldu. Türkiye’nin ilk Buz
Pateni Milli Takımı’nda yer aldım. Üniversite yıllarına kadar sürdü sporculuk işi. Sonra öğrencilik yıllarından fakültede göreve başlayana kadar antrenörlük ve koreograflık yaptım.
2000 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nü bitirdim. 2002 yılında, mezun olduğum bölümde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başladım. 2004’te “Tiyatro Kuramları, Eleştirisi ve Dramaturgi Anabilim Dalı”nda yüksek lisans, 2011 yılında aynı bilim dalında doktora eğitimimi tamamladım.
Öğretim Görevlisi olarak; Türk Tiyatrosu, Türk Sineması, Dramaturgi, Gösterim Çözümlemesi, Kültür-Sanat Edebiyat, Araştırma Yöntemleri dersleri vermekteyken barış için hazırlanan bildiriye imza attım. 7 Şubat 2017’de 686 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile üniversitedeki görevimden ihraç edildim.
2013’ten bu yana hurriyet.com.tr’de spor yazıları yazıyorum. O yazıları derlediğim “Senin Adamın Gol Diyo” isimli kitabım 2015’te yayınlandı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yapıyorum.
“EVİMDEN İHRAÇ EDİLDİM”
Lisans öğrenimi aldığın Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaparken KHK ile ihraç edildin. Sence bu hukuksuzluğun sebebi neydi?
Evet, 17 yıldır hoca olduğum, öğrencilikle birlikte 22 yılımın geçtiği yerden, bana sorarsanız evimden ihraç edildim. DTCF Tiyatro Bölümü’nden benimle birlikte ihraç edilen akademisyenlerin ortak özelliği Barış Bildirisi’ne imza vermiş olmalarıdır. Hiçbirinin herhangi bir KHK’ya konu olacak herhangi bir faaliyetinin söz konusu bile olamayacağı da bir diğer ortaklık. Şunu da eklemek gerekir, sadece bizim bölümden değil Ankara Üniversitesi’nden barış için imza veren bütün hocalar ihraç edildi.
Kitapta “…bu halka ulusal kimlik kazandırmak için girişilen savaşta Osmanlı mirası reddedilmeli, Osmanlı öncesi hatta İslamiyet öncesi Türk ve Anadolu tarihleri öne çıkarılmalıdır. Bu yeni tarih teziyle hedeflenen, bir yandan yeni bir dil oluşturmakken en çok da yeni bir ulus yaratmaktır.” cümleleriyle devletin kurulduğu ilk dönem ile ilgili bir şablon çıkarıyorsunuz. Dünden bugüne, devlet bu çabasında başarı sağlayabildi mi sizce?
Kuruluş yıllarındaki ulus kimlik inşasının temel argümanı Osmanlı mirasının reddi ve Orta Asya’da köken arama girişimi üzerine kurulu. Devlet, kuruluş yıllarındaki kültür sanat politikasını da bu yaklaşım üzerine kuruyor. Bir ulus yaratırken sanatı araç olarak kullanmak üzerine… Bu konu üzerinde titizlikle durulduğu, ulus yaratırken sanattan faydalanmak için müthiş bir çaba harcandığı, bunun tüm sanat dallarında işletildiği açıkça görülüyor. Bunu yaparken bir taşla pek çok kuş vurulduğu da muhakkak. Kültür ve sanatı
Türk kimliği için birleştirici bir harç olarak kullanmak, yüzünü Batı’ya dönmüş genç Cumhuriyet’in “muasır medeniyetler seviyesi”ne çıkma hedefi için olmazsa olmazı kültür ve sanatı geliştirmek, Cumhuriyet devrimlerini sanat aracılığıyla yerleştirmek gibi.
Kitapta “icat edilen gelenek” söylemi üzerinde sıkça duruyorsunuz. Aynı söylem ve tavır cumhuriyetin ilk yıllarını dikkate aldığımızda “icat edilen ulus” olarak da yorumlanabilir mi? (Orta Asya keşfetme v.s.)
“İcat edilmiş gelenek” meselesi Hobsbawm’dan devraldığımız bir kavram. Birtakım kurallar, ritüeller ve semboller yoluyla çevrelenmiş, tekrar edilen davranış biçimleri yerleştirmeyi amaçlayan pratikler olarak kuruyor denklemi Hobsbawm. Ben kitapta, ulusal kimlik inşa edilirken sanatın nasıl araçsallaştırıldığına baktım. Sanatın, ama alanım olması nedeniyle daha çok tiyatronun elbette. Oyun metinlerinde Orta Asya’daki köken arayışının izlerini sürmeye çabaladım.
“Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin tarik-i terakkide yeri yoktur.” sözleriyle Atatürk, sanatın ulusal kimlik oluşturulmasında etkin olarak kullanılmasından öte sanatı uluslararası anlamda daha yüce bir yere de koyuyor. Cumhuriyet devrimi ve tiyatronun, sanatın işlevini ideolojik olarak nasıl değerlendirirsiniz?
Evet, Atatürk sanatı olmazsa olmazlar listesinin en başına koyuyor. Daha önceki sorunuzda yanıt verdiğim gibi üretilen sanat politikasıyla bir taşla pek çok kuş vurmak hedeflenmiş. Tiyatro, diğer sanat dalları arasında toplumsal olanla en sıkı bağ kuran bir sanat dalı… Tiyatroda anlam o anda, sahnede, oyuncu aracılığı ile üretiliyor. Seyircinin zamanı ile sahnenin zamanı bir ve aynı.
Dolayısıyla kitle halinde oyunu izleyen seyirci “kamu” anlamına geliyor. Buradan bakınca tiyatronun nasıl bir işlev yükü taşıdığını tarif etmek kolaylaşıyor. Sorunuzdaki uluslararası vurgusuna yanıt olarak Özsoy Operası çarpıcı bir örnek olur sanırım. İran Şahı’nın Türkiye’ye gelişi de vesile kabul edilerek ulusal Türk operasının temelleri atılmak istenir. Rıza Şah Pehlevi onuruna sahnelenecek olan operanın teması bizzat Atatürk tarafından belirlenir. Hayri Egeli tarafından yine bizzat Atatürk’ün yönergeleri ve denetimi ile yazılır ve Adnan Saygun tarafından iki ay gibi kısa bir sürede bestelenir.
CUMHURİYET İDEOLOJİSİ TİYATRO METİNLERİNDE
Kitapta dikkat çeken bir diğer nokta, Atatürk’ün “Türk Tiyatrosu’nun ilk dramaturgu” olarak kodlanması… Tabii ki bunu, tiyatro metinlerine cumhuriyet ideolojisini yerleştirmeye çalışmasının etkisiyle söylüyorlar değil mi?
Bu tespit Metin Hoca’nın… Metin And’ın tespitidir. Hoca’nın bu tespitinin altında, Atatürk’ün yazarlara oyun ısmarlaması, oyunlara konular önermesi, yazılan metinleri okuyup metin üzerinde değişiklikler istemesi, hatta provaları takip etmesi yatar. Atatürk dramaturgisinin sanatın araçsallaştırılması, kimlik inşası, kültür sanat politikası ile kuvvetli bir bağlantısı var elbette. Örneğin Taş Bebek metninin kadının süs gibi sevilmesinden söz edilen bölümünü karalayarak “Biz kadınlar için böyle düşünemeyiz! Kadının varlığı ulusun bin bir noktadan temelidir! Artık kendini süs gibi tanımak fikrini tazelemek doğru değildir… değişmeli…” notunu düşer. Oyun ısmarladığı yazarlardan metinlerinde muhakkak önemli ağırlıkta bir kadın rolü bulunmasını ister ve bu kadın, Türk kadınının tüm erdemlerini bünyesinde toplamalıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, sanatın eğitici yönünü de keşfeden cumhuriyet yönetimi sizin de okuduğunuz ve öğretim üyesi olduğunuz, hatta geçtiğimiz aylarda ihraç edildiğiniz Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi’ni kuruyor. O zamanki iktidar tiyatro üzerine eğilerek devrimi yaymayı amaçlamışken, şu anki iktidar tiyatrocuları (hocalar dahil) akademik ve sosyal hayattan uzaklaştırmaya çalışırken amacı ne sizce?
Cevap sorunuzda gizli… Gizli de değil açık esasında. Denklemi tersinden kurun işte.
Akademiden ihraç edildiğiniz şu günlerde pek çok ilde, mezunlarınızın kurduğu tiyatrolarda eğitime devam ediyorsunuz. İhraç edilen diğer akademisyenlerle birlikte “bize her yer okul” der gibi, pek çok atölye yapıyorsunuz.
DTCF Tiyatro Bölümü yedi hocasını birden bu kıyımda kaybetti. Tek bir akademisyenin bile bu biçimde ihracı bir kıyımdır elbette, fakat bizim bölümdeki ihraç edilen hoca sayısının fazlalığı işi başka bir boyuta taşıdı. Ama DTCF Tiyatro Bölümü, hep söylediğimiz, yazdığımız, anlattığımız gibi çok büyük bir geleneği olan, çok büyük hocalardan emanet alınmış bir bölüm. Öğrencilerimiz ve mezunlarımız bu emaneti nasıl taşıdıklarını bu süreçte olağanüstü bir biçimde gösterdiler. Daha adımızı KHK listesinde göreli iki dakika filan olmuşken Bursa ve İstanbul atölyelerini organize ettiler. Memleketin en önemli tiyatroları onların, o tiyatroların kapılarını sonuna kadar açtılar, bizi hocalığa hasret bırakmadılar.
Bizim bölümden mezun olmayan, hocaları olmadığımız tiyatro oyuncuları ve öğrencileri Sokak Akademisi Festivali düzenlediler, konser verdiler, atölye organize ettiler. Türkiye’nin her yanındaki tiyatro bölümlerinin öğrenci ve mezunlarından dayanışma mesajları aldık. İlk günden beri söylüyoruz zaten, bize her yer okul, biz her yerde ders anlatırız. Hocalık alınıp satılan, geri alınan verilen bir şey değil.
Yeni kitap var mı?
Evet, var gibi. Gazete yazılarından derlediğim bir spor kitabı var yine. Ama sanırım sonbaharı bulur. Bulsun da. Herkes sürekli benimle mi uğraşacak?
Soner Sert ile Röportaj
Duvar, Mart, 2018
Elif Çongur: Futbol yazıyorum diye erkeklerin sularında yüzmüyorum
KHK ile ihraç edilen akademisyen Elif Çongur’la son kitabı Köşe Gönderinin Bir Metre Kadar Gerisi üzerine konuştuk. Çongur, “Ömrüm; yüzeyde görünenin altına saklanmış, şifrelenmiş, örtük bırakılmış anlamları aramakla geçti” diyor.
Yazar Elif Çongur, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nden KHK ile ihraç edildikten sonra, iki yıl içerisinde ikinci kitabı olan “Köşe Gönderinin Bir Metre Kadar Gerisi” isimli kitabını yayımladı. Bir yandan İmge Kitabevi’nde editörlük de yapan Çongur ile seri üretime geçtiği bu puslu zamanları ve spor ile politikayı harmanladığı son kitabını konuştuk.
Öteye beriye, kötü zamanlara aldırmadan üretmeye devam eden Çongur’un görüşlerini anlatan en güzel cümlelerden biri şöyle: Ömrüm; yüzeyde görünenin altına saklanmış, şifrelenmiş, örtük bırakılmış anlamları aramakla geçti.
Erkeklerin tekeline aldığı futbol gibi –neredeyse şiddetle özdeşleştirilmeye çalışılan- bir spor dalında, bu alanı marke etmeye, adam adama savunmaya ne zaman karar verdiniz?
Kadınların herhangi bir konuda erkeklerin tekelini pek umursadığını sanmıyorum. Ben de umursamıyorum. Öyle bir gündemim yok, futbol yazdığım için kendimi erkeklere ait sularda yüzüyormuşum gibi de hissetmiyorum. Öyle bir su yok çünkü. Futbol yazmaya başlamak karar vererek gelişen bir iş olmadı benim için. Zaten benim hayatımda genel olarak karar vererek yürümez işler. Herhangi bir konuda düşünüp taşınıp aklımla karar verdiğimi hatırlamıyorum.
Gelişine vururum hep. Spor yazma hikâyemde de öyle oldu. Kitabın önsözünde de anlattığım gibi biraz arkadaş kumpası. Sosyal medyada, maçlardan önce ya da sonra, bazen de maç sırasında yazdıklarımla başladı mesele. Bülent Mumay, hurriyet.com.tr’ye spor yazıları yazmamı istedi, ben de yazamayacağımı düşünüp “Yazamam” dedim. Yazarsın, yazamam, yazarsın derken Ateş Yalazan “Ya bırak yazamaz bu” dedi. Yazmaya başladım. Bir motivasyon biçimi olarak kumpas. Beş sene bitti hâlâ yazıyorum işte.
‘ŞU HAYATTA BİR AHMET ERHAN ŞİİRİYLE ÖDÜLLENDİRİLMEK VARDI’
“Köşe Gönderinin Bir Metre Kadar Gerisi” isimli kitabınızda yer alan yazılarınızda futbolun dışında, hemen hemen tüm spor dallarına dair görüşlerinizi ve duygularınızı kaleme alıyorsunuz. Bir bilim olmasının dışında, sporun sizin için kültürel karşılığı nedir?
Ağırlıklı olarak futbol yazmakla birlikte tüm spor dallarını yazıyorum evet. Zaten boks dışında her sporla ilgileniyorum. Kültürel karşılık meselesine gelince; Aristoteles sporun sırrını, “Kim bacaklarını belli bir ritimde, uzun adımlarla hızlı hareket ettirirse iyi bir koşucu; sarılıp boğuşabilen iyi bir güreşçi; yumruk atabilen iyi bir boksör; boksta ve güreşte üstün olan iyi pankration sporcusu, tüm bunlarda iyi olan pentatlonda başarılı olur” diye vermiş. Meseleyi son derece net özetlemiş. Antik Olimpiyat Oyunları’nda bu özeti yerine getirip başarılı olan atletler Zeus Tapınağı’nın arka bahçesinden toplanan zeytin ağaçlarının dallarından yapılmış taçlarla ödüllendirilirmiş. Bazı kaynaklar başarılı sporcuların büyük şairlerin şiirleriyle ödüllendirildiğini yazıyor. Bakın işte bunu eski bir sporcu olarak çok kıskanıyorum. Şu hayatta bir Ahmet Erhan şiiriyle ödüllendirilmek vardı.
Sporun bendeki kültürel karşılığınıysa sanırım en iyi, modern olimpiyatların babası olarak kabul edilen Coubertin’in olimpizm fikri özetliyor: Düşmanlığın sportif rekabetle yok olabileceğine inanan, dünya uluslarının barış ve sükûnetle katılacağı, ırk, din, dil ayrımı gözetmeyen, amatör ruhun yüceltileceği bir yarışma fikri. Sloganı “Daha Hızlı, Daha Yüksek, Daha Güçlü” olan, ama asla kazanmak için her yolun mubah sayan değil tam tersine elinden gelenin en iyisini yapmayı yücelten bir yarışma fikri. Dolayısıyla sporun bu yanına bakıyorum, bu taraflarını yazıyorum.
‘FUTBOLU SOKAKTA ÖĞRENDİM’
Yazılarınız için sosyal medyada, “sporun konu edildiği politik yazılar” yorumlarının yapıldığı oluyor. Yazmak istediğiniz, yazmayı düşündüğünüz bir konuya dair izlediğiniz bir formasyon var mı?
Evet evet “spor görünümlü gündem yazıları” ya da “politik spor yazıları” diyorlar. Sporculuk/antrenörlük geçmişimden dolayı sporla ilgili formasyonum var. Futbolu sokakta öğrendim. Politik formasyonumu bu ülkede kırk yıl yaşayarak tamamladım. İyi tamam kırk bir. Bir iki sene için tatsızlık çıkarmayalım şimdi şurada. Sanat, üzerine eğitim aldığım alan. Bu alanlardan başkaca da bir şey yazmayı istediğim yok şimdilik. Olursa gerekeni yaparız.
Endüstriyel olanın karşısına amatörlüğü, şiddetin karşısına sevgiyi, çürümüşlüğün karşısına temiz ve “bizim” kalanı işaret ettiğiniz yazılarınızda, motivasyonunuzu sağlayan inanç ne oluyor? Hayat mı çok kötümser, biz mi çok iyimseriz?
Bu konuda ve her konuda motivasyon sağlayan şey politik görüşüm. Özeti siz yapmışsınız işte; hayat kötü, biz iyiyiz. İnancımız daha iyi bir dünya kurmak üzerine.
Yer yer, sanatla olan ilişkinizin de etkisiyle, sporcuların kahramanlıklarını, sinemanın, tiyatronun nostaljik anlarıyla özdeşleştirdiğiniz izlenimine kapıldık. Küçük ve sıradan hayatımıza etki eden güzelliklerin, aradan yıllar geçtikten sonra başka alanlarda tekerrür ettiğini söylemek mümkün mü?
Bir kere bu ülkede hiçbirimizin sıradan bir hayatı yok. Bir İzlandalının yedi ömrü olsa bir tanesinde bile yaşayamayacağı gerçeküstü şeyleri biz bir günde beş defa yaşıyoruz. Buñuel sineması gözyaşları içinde kalır. O yüzden belki de, bu berbat zamanlarda, bir vakitler hayatımıza değmiş güzellikler, yıllar geçtikten sonra başka başka alanlarda geri geliyor benim için.
Elbette ülkenin eski halinden de memnun değildim, çocukluğumu seksenlerde, gençliğimi doksanlı yıllarda bıraktım. Ama işte seksenlerin zor zamanlarında Adile Naşit’in dokunduğu yer hâlâ sıcak, ne kadar uzağa gitmiş olabilir ki? Bu berbat günlerde de Neşet Ertaş’ı, Nubar Terziyan’ı, Münir Özkul’u, Ahmet Kaya’yı çağırıyor aklımız. Tabii ki bunları söylerken geçmişte yaşamayı, durmadan mazi güzellemesi yaparak bir adım ileri gitmemeyi, saplanıp kalmayı kast etmiyorum. O günlere ait güzelliklerin derin izlerinin sizin ifadenizle bir tür tekerrüründen söz ediyorum. Bu duygu yazdıklarıma yansıyordur.
‘GÖRÜNENİN ÖTESİNE BAKMAYA ÇALIŞMAK…’
“Köşe Gönderinin Bir Metre Kadar Gerisi” sporu odağına alarak hayata dair farklı bir bakış açısı sunuyor bizce. Görünenin ötesine bakan, hayatın farklı alanlarıyla paralellikler kurarak yeni bir anlam yaratma biçiminin sizin hayatınıza da sirayet ettiğini söyleyebilir miyiz? Bugünlerde varoluşunuzu, biçimlenişinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Bir tiyatro akademisyeni olarak benim işim buydu bir vakitler. Ömrüm; yüzeyde görünenin altına saklanmış, şifrelenmiş, örtük bırakılmış anlamları aramakla geçti. Tiyatro metni çözümlemekle, oyunun derin anlamını öğrenciye, oyuncuya, seyirciye aktarmaya çabalamakla. Dolayısıyla alışık olduğum bir pratik görünenin ötesine bakmaya çalışmak. Esasında bakın çok şık soru, şimdi siz sorunca düşündüm, sanırım hayatımın geneline tiyatro eğitiminden ve hocalığından sirayet etmiş bir bakma biçimi oluşmuş fark ettim ki.
Mesela başkaları için büyük sıkıntılara yol açabilecek meselelerde, günlük tartışmalarda, kavgalarda karşı tarafın defterini dürmek yerine “Acaba ne derdi var? Vardır bir sebebi böyle yapmasının,” filan diye sorarken bulurum kendimi. Hep bir sebep arama, derinde yatanı bulma/anlama çabası, görünenin her zaman gerçek olmadığı fikri iliklerime işlemiş. Hayatın farklı alanlarıyla paralellikler kurmak da biraz algıyı açık tutmakla ilgili sanırım. Burun kıvırmamakla ilgili. Kalbimin telini titreten, şurama dokunan her alanla ilgilendim hep. Ferdi Özbeğen şarkılarından Çehov oyunlarından öğrendiğim kadar çok şey öğrendim. Varoluş makasım biraz açıktır yani benim. Dün de böyleydi bugünlerde de böyle.
Son iki sene de, iki adet kitap yayımladınız. Üretime tüm hızınızla devam ediyorsunuz. Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı?
İlk kitabım “Senin Adamın Gol Diyo” Kasım 2015’te çıkmıştı. 2017’nin Şubat ayında üniversiteden ihraç edildim, Mart’ta ikinci kitabım “Ulusal Kimliği Tiyatro ile Kurmak”ı çıkardım, bir tür ayakta durma biçimi sanıyorum. Üniversiteden atılmamın seneyi devriyesinde de “Köşe Gönderinin Bir Metre Kadar Gerisi” çıktı. Uzun isimli yeşil kitaplar yazıyorum. İhraçtan sonra yeni mesleğim editörlük. Tiyatro akademisyenliğinden ve spor yazarlığından daha deli işi bir iş varsa o da editörlükmüş.
Ayrıntısı, emeği, göz nuru çok. Şimdiden kendi çalışmalarım için isim ya da tarih vermeyeyim ama editörlük her an yeni bir çalışmayı yayına hazırlamam anlamına geliyor. Muazzam iş.